Medya ve İnsan Hakları Örgütlerinin Verilerinden Hareketle 1980’lerden Günümüze Türkiye’de İşkence: Epidemiyolojik Bir Başlangıç Çalışması
TİHV Yayınları
ÖZET

GİRİŞ: Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) öncülüğünde Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde işkencenin belgelenmesi amacıyla kabul edilen İstanbul Protokolü’nde “işkence” kavramı, BM’nin 1984 tarihli İşkenceye Karşı Sözleşmesi’nde tanımlandığı anlamda tanımlanmıştır: Bir kişiden veya üçüncü bir şahıstan bilgi almak, o kişinin veya üçüncü bir şahsın itiraf etmesini sağlamak, o kişiyi veya üçüncü bir şahsı işlediği veya işlediğinden şüphelenilen herhangi bir eylemden dolayı cezalandırmak, her tür ayrımcılıktan kaynaklanan herhangi bir nedenle söz konusu kişiyi veya üçüncü bir şahsı korkutmak veya zorlamak amacıyla, kamu görevlisi veya resmi görevli olarak hareket eden herhangi bir şahsın rızası, emri veya göz yummasıyla, söz konusu kişiye acı vermek veya canını yakmak kastıyla yapılan zihinsel ve/veya fiziksel herhangi bir hareket işkencedir. Yasal müeyyidelerin doğal veya arızî sonucu olarak çekilen acı, işkence kapsamına dâhil değildir (TİHV, 2001).

Yine Uluslararası Af Örgütü’nün (UAÖ) 2009 yıllık raporuna göre, işkencenin evrensel olarak yasaklanmış olmasına rağmen bütün ülkelerin %50’sinde, G–20 ülkelerinin %79’unda işkence ve kötü muamele devam etmektedir (http://www.amnesty.org.tr/yeni/yillikrapor09.pdf). Ancak işkence sorununun gerek siyasi açıdan duyarlı bir konu olması gerekse işkenceyle ilgili verilere ve işkence mağdurlarına ulaşmanın çeşitli nedenlerle zor olması, bu alanda epidemiyolojik çalışmalar yapmayı, dolayısıyla işkencenin gerçek yaygınlığını belirleyebilmeyi neredeyse imkânsız hale getirmektedir. UAÖ ve Türkiye’den örnek verirsek, TİHV, İnsan Hakları Derneği (İHD), KAOS-GL gibi ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşları aracılığıyla ulaşılan bu bilgilerin epidemiyolojik bir değerinin olmayışı da toplumlar arası bir karsılaştırma yapmayı güçleştirmektedir.

Türkiye’de, son yıllarda büyük ölçüde Avrupa Birliği (AB) süreciyle ilişkili olarak gerçekleşen yasal düzenlemeler ve insan hakları alanında verilen mücadeleler sonucunda işkence konusunda yaşanan insan hakları ihlallerinin, en azından sayısal veriler açısından bir azalma eğilimi gösterdiği sıklıkla vurgulanmaktadır. Bu konuda yapılan tartışmalarda, hükümet yetkilileri, “işkenceye sıfır tolerans” ifadesiyle özetlenebilecek bir anlayış benimsediklerini beyan etmektedir. Bununla birlikte, gösterilerde güvenlik güçleri sıklıkla göstericilere karşı şiddet kullanmakta, pek çok farklı güvenlik kurumunda ve kamusal alanlarda işkence iddiaları sık sık gündeme gelmekte, hatta işkence nedeniyle ölümler nadiren de olsa hala yaşanmaktadır. Gösterilerde güvenlik güçlerinin çok kolaylıkla göstericilere karşı şiddet kullanması, “polisin aşırı/ölçüsüz/orantısız güç kullanımı” kapsamında kamusal bağlamda dillendirilse de işkence ve kötü muamele olgusu, ciddi ve gerçek bir insan hakları ihlali ve insanlık suçu olarak politik aktörlerin ve toplumun gündeminden çıkmış görünmektedir. Gündemimizden çıkmış olması, işkencenin gerçekten hayatımızdan çıktığını göstermekte midir? Türkiye’de işkencenin sistematik olarak uygulanan bir iktidar pratiği olmaktan çıkması amacıyla atılacak adımların etkili olabilmesi için gereken siyasal kararlılık açısından, hükümetin işkenceye karşı olduğuna ilişkin beyanlarının büyük önemi olduğu konusunda bir sözbirliği var. Kuşkusuz, bu konuda farklı ülkelerin deneyimleri, kötü muamele ve işkenceyle mücadelede en etkili belki de ilk adımın siyasal iktidarların gösterecekleri irade olduğunu gösteriyor. Gerek yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi, gerekse insanların zihninde güvenlik kurumlarının kötü muamele ve işkence uygulamalarına yönelik “sıfır tolerans” gösterilebilmesi için öncelikle siyasal iktidarın kararlılığı gerekiyor. Niceliksel olarak azalmış olsa bile, işkence uygulamalarının arkasında herhangi bir ülkede, siyasal, kamusal doğrudan ya da dolaylı bir iradenin olmaması mümkün mü? Bu ve benzeri sorular ve yanıtlarına ilişkin tartışmalar, işkencenin, ağır bir şiddete dayanan bir insan hakları ihlali olmasının ötesinde, ideolojik arka planı konusunda uyarıcıdır. Üstelik bu ideolojik arka planı besleyen zihniyet yapıları, sadece iktidarlar açısından değil, işkencenin hedefi, gerçek ve olası mağdurları açısından da tartışılmaya muhtaçtır. 1 Mayıs 2008’de Taksim’de güvenlik güçlerinin yurttaşlara müdahalesi konusunda konuşurken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “güvenlik güçlerinin oransız güç kullandığı kişilerin işçiler olmadığı” konusundaki yorumu, çok yakın dönemde gerçekleşen öğrenci eylemlerinde, polisin öğrencilere açık ve ağır şiddet uygulamaları sonrasında eylemcilere yönelik “gizli örgüt üyeleri” atıfları, göstericilere yönelik güvenlik güçlerinin şiddet uygulamalarını toplumun zihninde meşrulaştırma işlevi görmektedir: İşçilerin eyleminde “işçi olmayanlar” a, öğrencilerin eyleminde “örgüt üyesi olanlara” karşı güvenlik güçleri şiddet uygulayabilir. Oysa şiddet ve işkence yasağının ne hukuki ne de vicdani olarak herhangi bir istisnası bulunmamaktadır. Bu ve benzeri pek çok örnek, Türkiye’de işkence olgusuna iktidarların bakış açısının değişiminin, içeriğine ilişkin bilgi veriyor. Bu yaklaşımın, sadece bu coğrafyada değil dünyanın her yerinde iktidarların sözcüleri tarafından dillendirildiğini görmek mümkün: “Onlar işçi değildi, oraya olay çıkarmaya gelmişlerdi; onlar, ülkemizi bölmeye çalışıyorlar; onların geçmişine bakınız, hep bunu yapıyorlar; onlar ulusumuzun ülkemizin huzurunu bozmaya çalışıyorlar; onlar, Amerika’nın düşmanlarıdırlar…” Devletin yasal otoritesi aracılığıyla yurttaşlara uygulanan şiddet, işkence ve kötü muamelenin “gayrı meşru” kabul edilmesinin, yurttaşların, devrin ruhuna ve iktidarların ihtiyaçlarına göre değişen belirli davranış ve yaklaşımlarda bulunmamaları koşuluna bağlandığı sürece, “işkenceye sıfır tolerans”ın hakikiliğinden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle, belki de özellikle kamusal otoritenin, yönetenlerin, yönetilenlere karşı uyguladığı şiddet, kötü muamele ve işkencenin, esasa yönelik bir zihniyet değişikliği gerçekleşmeksizin, azalarak son bulacağı fikrinin, bizi işkencenin politik doğasını anlamaktan uzaklaştıran bir yaklaşım olduğu düşünülebilir. Çünkü işkence, insanlığın gerek meşruiyet gerekse yasallık açısından çok uzun zamandır mahkûm ettiği fakat ortadan kaldıramadığı olgulardan biri. Savaş, yoksulluk ve pek çok başka adaletsiz, insan eliyle yaratılan olgular gibi işkence de hiç kimsenin, tarihin neredeyse hiçbir döneminde, en azından açıkça savunmadığı, var olmasındaki sorumluluğu ya da katkısını en azından açıkça sahiplenmediği bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçudur. Tarih bize, bir yandan, hukukun egemenliği ve yaygınlığı arttıkça işkencenin her düzeyde azalabileceğini hatta bütünüyle ortadan kalkabileceğini gösteriyor; işkenceyi uluslararası ve ulusal düzeyde izleyen pek çok örgütün raporları, bir insan hakları ihlali olarak işkencenin ülkeden ülkeye değişebildiğini hatta kimi dönemlerde ve ülkelerde, hukuk sisteminin gelişmişliği ölçüsünde, bir suç olarak açıkça tanımlanıp, etkin biçimde izlenip cezalandırıldığı zaman, işkence uygulamasına rastlanmadığını ortaya koyuyor. Bir yandan da, dünyanın “gelişmiş” olarak tanımlanan ülkelerinde, belirli koşullar oluştuğunda, işkencenin kolayca bir gündelik devlet pratiği haline geldiğini görebiliyoruz; insanlık şiddet ve işkenceye karşı bunca yolu hiç kat etmemişçesine, öncelikle devletler ve birey ya da gruplar düzeyinde işkence “meşru” bir insan eylemi haline gelebiliyor. İşkence ortadan kalkmak yerine, iktidarların baskı aracı olarak teknolojik gelişmelerle giderek daha da incelen, insan hakkında, insanın iyiliği için üretilmiş her türlü bilginin insana karşı zalimce kullanıldığı, daha rafine hale gelen bir araç olarak hayatlarımızdaki yerini koruyor. Genel olarak şiddet ve işkencenin, iktidarın tesisi ya da korunması ve sürdürülmesinde nasıl işe yaradığı, gerek resmi iktidarlar gerekse insanlar ve gruplar arası ilişkilerde iktidar alanları tesis etmek ya da var olanları korumak amacıyla, şiddet ve işkence uygulayanlara ne sağladığı, sadece hukuk ya da insan hakları alanında değil, psikoloji ve diğer sosyal bilim alanlarında inceleniyor. İnsanlığın oluşturduğu birikim bize, iktidar sahiplerinin, iktidarlarını tesis etmek ve korumak için biçimleri, dozu, hedefleri dönemlere göre değişse de, şiddet ve işkence uyguladığını açıkça gösteriyor. Bu çalışmada yapmaya çalıştığımız, Türkiye’de hala varlığı konusunda ciddi belirtiler ve kanıtlar olan şiddet ve işkence olgusuna yeniden dikkat çekmektir…