Son yıllarda TİHV raporları hak ihlallerindeki artışı gösteren belgelere dönüştü. Yaşam hakkı ihlalleri olanca ağırlığı ile sürerken, yeri ve biçimi değişse de işkencenin ve dolayısıyla başvurularımızın öngörülenin iki katına çıkmasına uzanan bir tablo ile yüz yüzeyiz. Yıla başlarken yüreklerimize kocaman bir taş düşmüştü, ezip geçen… Roboski’nin acısıyla sarsılmış, havai fişeklerin gürültüsünden uçak motorlarına ve bomba patlamaları ile kurşun vızıltılarına sağır olan vatandaşlarımızın duyarsızlığı karşısında bir kez daha yaralanmıştık.
Yaşam hakkı ihlali ile bitirdiğimiz bir yılın ardından gelen günler de 34 insanın katledilmesinin izlerini taşıdı, taşıyor. Sürmesi için yoğun çaba sarf edilen savaşa kurban edilen genç insanların ölüm haberleri, “güvenlik” güçlerinin müdahaleleri ve/ veya koruması altında olan(!) yaşam hakkı ihlalleri hız kesmeden devam etti bir yıl boyunca. İşkence tedavisi için bu yıl da Vakfa başvuranların sayısı 553 olmuş. Cezaevlerinde 2000’i aşan çocuğun yanı sıra son yılların en yüksek gözaltı ve tutuklama rakamlarıyla memleket bir bütün olarak cezaevi duygusu yaratmış yıl boyunca.
Bir yanda herkesin malumu işkenceciler terfi ettirilirken, diğer yanda yalancıktan 12 Eylül işkencelerinin yargılanır gibi yapıldığı bir orta oyununda, yasaklanan kitaplar, internet siteleri, yargılanan ve cezaevlerine doldurulan gazeteciler ile bir korku imparatorluğu yaratılmış durumdadır. İktidar 10. yılını muhaliflere sıfır tolerans ile bitiriyor. On yıl önce bir dil sürçmesi ile söylendiği anlaşılan işkenceye sıfır toleransın defalarca yaptıkları sağlaması ile yanlış hesaptan döneli çok oldu.
Bu yıl içinde on bin insan ölüme yattı. Bu insanların çok önemli bir kısmı, anadillerinde savunma yapmak isteyip de, “bilinmeyen dil”, Kürtçe olduğu söylenen dil” gibi saygısızlık yüklü ifadelerle reddedildiği için yargılamaları dahi başlayamamış tutuklulardan oluşuyor. Her duruşma sonrası, söylenen bu sözler hepimizi utandırmalı. Anadilini bir suç gibi içinde taşıyan insanlar ülkesinde yaşamaktan artık hicap duymalıyız. Bundan ötesi yok derken…
Değerlerimiz birer birer yok oldu. Derinliğimizi kaybediyoruz. Karabulut cinayetine yönelen merak aylarca konuşulup ve fakat pornografik bir tüketim nesnesi olmanın ötesine geçemezken, Roboski’de katledilen çocuklar, Afyon’da mühimmat deposunun patlamasının ardında yatan umursamazlığın kurbanı gencecik insanlar, hemen her gün gelen ölüm haberleri bilişsel dünyamızın zırhlı katmanlarını bir türlü aralayamıyor. Birbirimizi hissetmiyoruz.
Zor zamanlardan geçiyoruz. İnsanlar “hücre hücre ölüyor”, çoğunluk ise her zaman olduğu gibi yalnız izlemekle yetiniyor, izlerse tabii…. O hücreler ölmesin, sakat kalmasın genç insanlar, ölümler olmasın diye seslerine ses olmaya çaba gösterenlerin payına devletin gaz hali, sıvı hali, katı hali düşüyor da, bu tanımlamalar sosyal paylaşım sitelerinde en etkilisinden beğenilip, sonra hızla yeniden unutuluyor.
Her gün yenileri eklenerek açlık grevindekiler yüzlerden binlere doğru savrulmuşken, Ertuğrul Kürkçü 27 Ekim 2012 tarihli Özgür Gündem’de; “Kendileri için bir şey istemediler. Hayatlarıyla Türkiye’nin “çözüm” kapasitesini sınıyorlar.” demişti. Sahi, Türkiye’nin çözüm kapasitesi nedir? Ertuğrul Kürkçü’nün aynı meclis çatısı altında siyaset yapmak zorunda kaldığı bir milletvekilinin bu yazıdan 3-5 gün önce partisine ve dolayısıyla meclise sunduğu yasa önerisi kapasitenin böyle sınırlı ve insanlık değerlerinden yoksun olabilmesi ihtimali ile dahi kan dondurucudur.
Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunda değişiklik öneren CHP İstanbul Milletvekili bir avukat, Av. Mahmut Tanal önerisini 19 Ekim 2012 tarihinde partisine sunmuş, 23 Ekim’de Grup Başkanlığı teslim almış, alabilmiş. Gerekçesinden değişiklik önerisine her sözcüğü kendi alanında bilgi sahibi olmamanın ötesinde, hekimlik meslek etik ilkelerini ve daha önemlisi insanlık değerlerini hiçe saymayı erdem olarak önümüze koyan bu yasa değişikliği zorla beslemeyi meşrulaştırmayı hedeflemekteydi. Gerekçenin ilk cümleleri ile başlayalım;”İnfaz savcılarının kaçamayacakları bir görevleri açlık grevleri sonucu ölümleri engellemektir. İnfaz savcıları grevcilerin zorla beslenmesine karar vererek cezaevi yönetimi ve hekimleri söz konusu karara dayanarak açlık grevi yapan grevcilere müdahale etmelidir.” Sonrasında biz hekimlere düşen görev tanımlanmaktadır: ” …Açlık grevinde bilinç kaybından önce bedende giderilemez bozukluklar yaratabildiğine göre grevcilerin grev özgürlüğünün sınırını bilinç kaybına kadar uzandırılması savunulamayacak bir yöntemdir. Hastanın zorla da olsa yaşatılması hekimlik dayanağı olan Hipokrat yeminine dayanmaktadır.” Özetlemeye çalıştığım bu gerekçelerden sonra kanunun 70. Maddesine eklenmesi önerilen fıkra da şöyledir; “Hekimlerin tedaviye başlamadan önce hastadan izin alma yükümlülükleri varsa da, onun ölüm tehlikesi ile karşılaştığı ya da sağlığında giderilmez bozukluklar doğabileceği acil durumlarda bu yükümlülük kalkmaktadır. Açlık grevlerinde müdahale için açlık grevi yapan kimsenin bilinç kaybının oluşması beklenmeden müdahale edilir ve zorla beslenme sağlanır.”
Nereden başlamalı, bilmiyorum ki! Hipokrat yemininin geçen 2000 yıl içinde tıp biliminin değişimiyle evrilen boyutuna mı, Platon’un “Devlet” kitabının hukuk bölümünde hekimin ancak özgür insanların rızasını arayabileceği, kölelerden rıza almasının söz konusu olmadığı anlayışının geçen binlerce yıl içinde değişmeden bir avukatın zihnine nakşolunmuş olmasına mı, sağlık mevzuatında düzenlenmiş olan sayısız madde ile acil hastaya müdahale ilkelerinin varlığından bihaber olunmasına mı, hekimlerin etik ilkelerini düzenleyen Uluslar arası Etik Kodlar ve Dünya Tabipler Birliği’nin açlık grevlerinde hekim tutumu için kılavuz niteliğindeki Malta Bildirgesi’ni açıp okuma zahmetine dahi girişilmemiş olmasına mı değinmek daha yerinde olur, yoksa insanın sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için zorunlu olan sosyal iyilik halinin ve dolayısıyla insanın yok sayılmasına mı?
Bir zamanlar, “Türk Tabutlar Birliği” başlığını da aynı partinin bir başka milletvekili, Mustafa Balbay atmıştı gazetesinde. Oysa devlet şiddetinin sonuçlarını gidermeye dönük çabalarımızdan da anlaşılacağı üzere bizler inadına yaşamdan yanayız. Onurlu ve insanca bir yaşamdan!
İşkencenin cezasızlığı da yıllardır mücadele ettiğimiz, alternatif raporlarla müdahil olmaya çalıştığımız başka bir sorun alanı olarak varlığını sürdürüyor, bu yıl da sürdürdü. Olumlu hiçbir gelişme olmuyor mu? Oluyor elbette. Engin Çeber kararı da cezaların ağırlığı açısından olmasa da bugüne dek hep gördüğümüz ve Mahkeme Başkanı’nın muhalefet şerhinde belirttiği “görevi kötüye kullanma” kapsamında değerlendirilen göz yumma davranışının, ilk kez uluslar arası sözleşmelerde tanımlandığı biçimiyle heyetin çoğunluğu tarafından işkence suçu olarak yorumlanmış olması ile bir ilk olarak karşımıza çıktı bu yıl içinde. Yargının işkence suçu işleyenlerle suç ortaklığı yapma hallerinin işkencenin sürmesinde çok büyük payı vardır. İlk kez bu yaklaşımdan farklı bir kararla karşılaştık. Bundan 20 yıl önce işkencede öldürülen Baki Erdoğan’ın otopsisine müdahil olamasak da, otopsi raporundaki yetersizlikleri dile getirerek yürüdüğümüz yoldan, bugün otopsiye bağımsız gözlemcilerin girmesini olanaklı kılan bir aşamaya gelmiş olmamız ve Engin Çeber’in otopsisinin bu koşullarda gerçekleşmiş olmasında, TİHV’in işkence görenler için sürdürdüğü rehabilitasyon olanaklarının ötesinde işkenceyle mücadelesinin yeri azımsanmamalıdır.
Hak ihlallerini görmezden gelme davranışının yerleştiği, göstermeye çalışan bizlerin ise öteki kılındığı bu topraklarda ana akım kitle iletişim araçlarından, bazen de yaralarımızı sarmak için kapattığımız gözlerimizin arasından inatla sızan ışığı sezmenin biricik yolu insan olmaktır aslında. Düşünen, soran, tartışan ve başkaldıran, hem de vicdan sahibi insanlar. Bir yılı daha bu inatla tamamladık.