Türkiye’nin Güneydoğusu: Kuşatma Altında Sağlık Hizmeti
İnsan Hakları İçin Hekimler Örgütü
ÖZET

Mayıs 2016’da, İnsan Hakları için Doktorlar (PHR) daha çok Kürt nüfusa karşı gerçekleştirildiği iddia edilen insan hakları ihlallerini araştırmak üzere Türkiye’nin güneydoğusuna bir araştırmacı ekibi göndermiştir. Bu araştırma aşağıdaki raporun temelini oluşturmaktadır. Raporun tamamlanmasına yakın 15 Temmuz 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki küçük bir grup Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve hükümetini devirme girişiminde bulunmuştur. Bu başarısız askeri girişim ülke içindeki insan hakları koşullarını sert biçimde değiştirmiştir.

Başarısız darbe girişiminin hemen ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümeti tarafından ilan edilen üç aylık ülke çapında olağanüstü hal, birçok açıdan, Temmuz 2015’ten bu yana ülkede Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı güneydoğu bölgesini aralıklı olarak kuşatma altına alan fiili olağanüstü halin genişletilmesidir ve hükümetin Kürtlere karşı uyguladıkları taktiklere karşı her tür eleştiriyi susturmaktadır. Bu taktikler arasında yaygın biçimde kentlerin tamamen mahsur bırakıldığı gün boyu süren ve yüzlerce sivilin ölümü ile sonuçlanan sokağa çıkma yasakları bulunmaktadır.

Bu rapor geçtiğimiz yıl içinde Türk güvenlik güçleri tarafından işlenen yaygın ve ağır insan hakları ihlallerini ayrıntıları ile ortaya koymaktadır. Türk hükümetinin Kürt muhalefetine tepkisi, uluslararası insan hakları normlarına uymamaktadır ve ülkenin geri kalanındaki karşıt siyasi görüşe sahip kişiler için bir uyarı niteliğindedir. Olağanüstü hal kapsamında, Türkiye, siyasi görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak ve her türlü eleştiriyi susturmak için insan hakları sorumluluklarını açıkça terk etmektedir.

Olağanüstü halin ilan edilmesine ek olarak, başarısız darbe girişimini izleyen haftalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Başbakanlık Ofisi’ne kadar hükümetin her düzeyinden yaklaşık 60.000 kişiyi görevlerinden almıştır. Aralarında ordunun üst düzey komuta kademesinin üçte birinin de bulunduğu binlerce askeri personel tutuklanmış ve darbe girişimi ile bağlantılarından şüphelenilen yaklaşık 3000 hakimin bir gecede görevden alınması ile yargı durma noktasına gelmiştir. Türkiye’de hukukun üstünlüğü kalmamıştır ve Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde yetkililer insan hakları normlarını cezasızlık yolu ile tanımamaktadır. İfade özgürlüğü hakkında çok çeşitli kısıtlamalara ek olarak yaklaşık 10.000 kişinin muhtemelen keyfi biçimde tutuklanmaları ve gözaltında kötü muamele gördüklerine dair bildirimler ciddi endişe uyandırmaktadır.

Bunların Türkiye’de ve özellikle de güneydoğuda yaşayan insanlar için sonuçları yıkıcı boyuttadır.

Başarısız darbe öncesinde de, hükümet, güneydoğuda Kürt gençlerin silahlı başkaldırısını bastırmak üzere hükümet tarafından sert askeri taktiklerin kullanılmasını eleştiren tüm birey ya da örgütleri cezalandırıyordu. Eğitim, adalet ve güvenlik alanlarında büyük çaplı darbe sonrası temizlik, aralarında insan hakları savunucuları ve gazetecilerin de bulunduğu görüş ayrılıklarını seslendiren kişilerin durmak bilmeyen bir zulme uğraması ile birlikte, başta Kürtler olmak üzere genel olarak Türkiye’de yaşayanlar için yıkıcı olmaktadır.

Kürtler için, artık gazetecilerin ya da insan hakları aktivistlerinin Kürt nüfusun uğradığı zulümlerle eşitlik ve adalet taleplerini belgeleyebilecekleri alan kalmamıştır. Son 30 yıl zarfında Kürtleri büyük ölçüde yüzüstü bırakmış olan adalet sisteminin bağımsızlığından eser kalmamıştır ve bu raporda anlatılan ihlallerin tazmini ya da adalete erişim konusunda ciddi endişeye neden olmaktadır. Genel olarak Türkiye halkı için mesaj açıktır: Hükümetin herhangi bir biçimde eleştirilmesi hoş görülmeyecektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, darbenin demokrasi ve hukukun üstünlüğüne karşı bir saldırı olduğunu tekrar tekrar belirtmiştir. Şimdi, olağanüstü hal döneminde de, Türkiye’de yaşayan herkesin haklarını koruyan uluslararası hukuk standartlarını savunmak için Türkiye’nin yükümlülüklerine uyma konusundaki taahhüdünü göstermesi büyük önem taşımaktadır.
Temmuz 2015 tarihinden bu yana, Türk makamları, hayati tehlike içeren yaralanmalar ya da hastalıklar için acil tıbbi tedavi dahil sağlık hizmetlerine erişimi engelleyen, kentlerin bütününde su, gıda ve elektrik kesintilerine neden olan ve binlerce ölümle sonuçlanan sokağa çıkma yasakları olarak bilinen ardışık 24 saatlik kuşatmalar uygulayarak Türkiye’nin güneydoğusundaki nüfusa karşı bir kampanya başlatmış durumdadır.

Devlet medyası ve yetkilileri, güneydoğudaki sivil yerleşimlerde düzinelerce kez sokağa çıkma yasağı uygulanması ile çakışan bir dönem olan 24 Temmuz 2015 ve 23 Mayıs 2016 tarihleri arasında hükümet güçleri ve Kürt savaşçılar arasındaki çatışmalarla bağlantılı olarak en az 7561 ölüm bildirmiştir. Devlet rakamları, askeri harekatın ve sokağa çıkma yasaklarının doğrudan ya da dolaylı bir sonucu olarak ortaya çıkan sivil ölümlere dair tahminleri içermemektedir. Bu rakamlara ek olarak, bir sivil toplum örgütü olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı, 16 Ağustos 2015 ve 20 Nisan 2016 tarihleri arasında 72’si çocuk 338 bölge sakininin ölümü hakkında yapılan bildirimleri bağımsız olarak belgelemiştir.

Genel sokağa çıkma yasakları, durumdan etkilenen yerlerdeki Kürt nüfusu için sağlık hizmetlerine erişimi ciddi ölçüde olumsuz yönde etkilemiş ve Türk makamlarınca gerçekleştirilen insan hakları ihlallerinin önünü açmıştır. Uluslararası insan hakları hukuku, Türkiye’nin de taraf olduğu Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi uyarınca “…Devletler, ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü bir durumun meydana gelmesi halinde … yükümlülüklerinden azaltma yapan tedbirleri alabilirler” demektedir. Ancak Sözleşme, bu tedbirlerin tehdidin boyutlarının gerektirdiği ölçüde olması gerektiğini ve hiçbir biçimde yaşam hakkı, işkence yasağı ve hukuk önünde eşitlik hakkını ihlal edemeyeceğini de koşul olarak ortaya koymaktadır. Ayrıca, olağanüstü hal ya da ülkenin bağımsızlığına tehdit bulunan dönemlerde dahi, sokağa çıkma yasakları uluslararası insancıl hukuk tarafından kesin bir biçimde yasaklanan bir uygulama olarak değerlendirilmektedir; çünkü toplu cezalandırma hükümetler tarafından muhalefet ya da devlete karşı bir saldırı olarak nitelenen diğer eylemlere karşı bir topluluğun tamamını cezalandırmak üzere kullanılan bir araçtır. Türk makamlarınca uygulamaya konulan sınırsız sokağa çıkma yasakları, terörle mücadele operasyonlarının yürütülmesi dahil, olağanüstü hallerde geçerli uluslararası standartlara uymamaktadır…