Türkiye’de “demokratikleşme ve insan hakları” konusunda çok ciddi sorunların bulunduğu insan hakları savunucuları tarafından yıllardır ısrarla dile getirilmektedir. Aslında yönetenler tarafından da çok iyi bilinen bu sorunlar, Türkiye’nin insanlık ailesi içindeki yeri ve gelişmesi açısından sıkıntı yaratmaktadır. Bu nedenle hemen her hükümet iktidara gelirken bu sorunlara çözüm olacak bir “demokratikleşme ve insan hakları stratejisi” geliştireceğini müjdelemekte (!) ve “iyileştirme” vaatlerinde bulunmaktadır.
Buna karşın veriler, yıllardır toplumumuzun maruz kaldığı hak ihlallerinde herhangi bir azalma olmadığını göstermektedir. Bugüne kadar hükümetler tarafından dile getirilen tüm vaatler ve yapılan düzenlemelerin ardından insan hakları ihlalleri adeta otomatiğe bağlanmış gibi devam etmektedir, örneğin, bir yandan işkencenin önlenmesi yönünde bir siyasi iradenin mevcut olduğu ileri sürülürken, diğer yandan işkenceciler hakkında “men-i muhakeme” kararlarının verilmesi ya da kazara açılmış davalarda ise elden geldiğince mahkeme karşısına çıkarılmamaları; işkence davaları açan ya da müdahil olan kişilerin kötü muamele ile karşılaşması; işkence görenlere rapor veren hekimler hakkında soruşturma açılması gibi olaylar “vaka-i adiye”den olmaya devam etmiş, hatta zaman zaman artış eğilimi göstermiştir.
Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık statüsü kazanmasıyla birlikte bu paradoksal durum daha ilginç bir boyut kazanmıştır; Devlet ve hükümet yetkililerinin, genel olarak insan hakları konusunda “iyileşme”ye, özelde ise “işkence ayıbından kurtulma”ya dönük açıklamalarında ve hatta verdikleri sözlü teminatlarda bir artış görülmeye başlanmış, bu açıklamalarla ülke içinde ve dışında yayılmak istenen iyimserliğin aksine ne bir iyileşmeden, ne de işkenceyi gerçekten kovuşturmaya, gerçekten sistematik olmaktan çıkarmaya yönelik çabaların varlığından söz etmek mümkün olmamıştır.
Bunun da ötesinde, insan hakları alanındaki faaliyetleri etkisizleştirme ve değersizleştirmeye; insan hakları savunucusu kişi ve kuruluşları da sistemli olarak baskı altına alma ve sindirmeye yönelik bir kampanya devam edegelmiştir. Aslında bu, Türkiye’de insan hakları savunucuları için yeni ve yabancısı olunan bir durum değildir. Çünkü yıllardır, devlete karşı mesafeli olan ve evrensel ilkelere uygun davranmayı önemseyen insan hakları savunucuları ve kuruluşlarının saptamaları ve eleştirileri, hep “haksız ve ağır”, “ülkenin Batı’yla birleşmesini ve iç-dış güvenliğini tehdit eden suçlamalar” olarak değerlendirilmiştir. Daha ileri de gidilerek insan hakları savunucuları “terörist” olarak dahi nitelendirilebilmiştir. Avrupa Birliği’nin kapılarının aralanması ile bu zihniyetin birdenbire değişebileceğini beklemek ise naiflik olacaktır.
İşte aşağıda aktarılacak olan 5 olay, yaratılan iyimserliğe karşın son aylarda açılan birtakım soruşturma ve davalar ile doğrudan ya da dolaylı olarak, işkencenin kararlılıkla kovuşturulmasına, işkence olaylarının belgelenmesine, bu olaylar hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesine yönelik çaba harcayanların nasıl baskı altına alınarak yıldırılmak istendiğini, bu kişilerin çabalarının nasıl değersizleştirilip etkisizleştirilmeye çalışıldığını gösteren somut örneklerdir.